‘Erkeğin elleri kılıcına sarılmakta özgürdür, oysa kadın onları satenlerin omuzlarında kaymasını önlemek için kullanmak zorundadır. Erkek dünyaya, sanki kendisi için yaratılmış, kendi zevkine göre biçimlendirilmiş gibi korkusuzca bakar; kadınsa sinsice, dahası kuşku dolu bir yan bakış atar. İkisi de aynı giysileri giyselerdi, bakış açıları da belki aynı olabilirdi’.
Virginia Woolf, Orlando
İçindekiler
Virginia Woolf’un Orlando’su
Kadınlık üzerine yazı yazmak söz konusu olduğunda Virginia Woolf’u hatırlamamak olmaz. Woolf, sadece Victoria döneminde değil, 21. yüzyıl dünyasında da kadının ve kadınlığın ideal tanımlamalarının yapıldığı, bir makbulünün olduğu ve ‘özgürleşti(rildi)ği’ bir yerde anonim olmaya bir başkaldırıdır. Özneleşme çabası içinde olan kadının ihtiyacı olan ruhsal zarfları taşıdığı bir duraktır Woolf. Aktarımdır. Kendine Ait Bir Oda romanında kadınların tarih boyunca toplumda yer edinmekte karşılaştığı zorluklardan bahsetmiş ve onlara ışık tutmuştur. Woolf’un kadınlık üzerine ortaya koyduğu romanlarında ele aldığı en önemli fikir androjeni fikridir. Bu fikrini ilk olarak ‘Kendine Ait Bir Oda’ romanında şu şekilde ortaya koymuştur: ‘Ruhun, biri eril, biri dişil, iki gücün içinde bir arada var olacağı bir tasarım çizmeye koyuldum: Erkeğin aklında, erkek kadına baskın çıkıyor, kadınınkindeyse, kadın erkeğe baskın çıkıyor. Her ikisi bir arada uyum ve tinsel işbirliği içinde yaşarlarsa normal ve rahat bir ruh hali ortaya çıkar’. Woolf’un ortaya koyduğu androjeni aynı zamanda Jung’un önemli arketiplerden ikisi olan anima ve animus ile de paralellik göstermektir. Erkekteki bilinçdışı kadınsılığı anima, kadındaki bilinçdışı erkeksiliği ise animus temsil eder. Yine androjeni fikrini kurgusal şekilde ele aldığı Orlando, bir yaz tatili evine kapanıp hızlıca yazdığı ve Vita Sackville West’e olan hayranlıkla karışık aşkını fantastik bir kahraman kurgusuyla ortaya koyduğu romanıdır. 16. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar 4 asır boyunca yaşar Orlando. Önce erkek olur ve Kraliçe Elizabeth’in gözdesidir, sonra bir Rus prensesiyle aşk yaşar ve terkedilir. Kendini onarmak adına İstanbul’a elçi olarak gelip kadınlığa doğru salınır ve artık kadın olarak konumlanmıştır. Elbette Orlando için İstanbul bir tesadüf değildir. Nitekim, içerisinde büyülendiği, kadınsı erkekliğin ve erkeksi kadınlığın bir arada yaşandığı kozmopolit ve androjen bir şehirdir İstanbul. Romanda bu 400 yıllık fantastik yolculuğunda Orlando yedi günlük uykusundan sonra bir sabah uyandığında aynada kendisine bakar ve bir kadın görür. Peki ama nasıl? Orlando’nun bakışında ona bir kadın mevcudiyeti çizen nedir? Öyle ki her bakış yeni bir karşılaşma mıdır?
Oyun alanı olarak kadınlık
İlk öteki olan anne ile girdiği ilişkide, anne ile bütünlüğünü koruma arzusu içinde olan insan yavrusu tüm güçlülük deneyiminden gerçekliğe uzanırken annenin yavruya olan tutarsızlığı ya da ihtiyaçlarını yeterince iyi karşılayamaması, kucaklayıcı bir çevre sunamaması onu derinden yaralar. Çünkü ilk öteki olan anne, onun için parçalarını birleştireceği ve anlamlandıracağı bir yapboz gibidir. Annenin yeterince iyi olmayışı, yavrunun karşılaştığı kaçınılmaz doğum travması ve hayal kırıklığı ile bu yapbozun parçalarını birleştirmesini zorlaştırır. Çünkü yapbozun her bir parçası çocuk için tanımlanması, gerçek mi fantezi mi, iyi mi kötü mü olduğu ayırt edilmesi, bir çerçeve içerisinde bütünleştirilmesi ve anlam ifade etmesi gereken bir uğraştır. Diğer türlüsü boşlukta ya da karmaşa içerisinde kaybolmaktır.
Kadınlık ve erkeklik biyolojik cinsiyetten bağımsız bir şekilde yer aldığımız konumlanışlarımızdır. Erkek erkekliği, kadın kadınlığı öğrenirken bir oyun alanı içerisine girerler. Winnicott, geçiş alanını gerçek ile gerçek olmayanın (fantazi) ayrımının yapıldığı bir mekândalık olarak tanımlar. Bu alan içerisinde oyalandığımız, bize kendimizi iyi hissettiren, oyunun kurallarına uymamızı sağlayan geçiş nesneleri vardır. Erkeklik söz konusu olduğunda, erkeğin bu oyun alanı içerisinde gerçeklikle bağını sürdürmesine yardımcı olacak güçlü, kusursuz ve selim geçiş nesnelerine ihtiyacı vardır. Kadının ise ipeksi, kadife, saf olana ve her an pürüzsüzlüğünü kaybetme kaygısına.
Öte yandan anatomik olarak erkekte penisin varlığı ve kadında penisin eksikliği erkeklik ve kadınlık adına bir oyun yazma, oyunu kuralına ve taraflar için rolüne göre oynamayı gerektirir. Erkek, ilk öteki olan anne ile kurduğu ilişkide annenin yavru ile bütünleşmiş şekilde kalmaya gönüllü olmamasının yarattığı kaygıyla penisinin varlığı ile baş etmeye çalışır. Psikocinsel gelişim ile birlikte erkeklik üzerine var olan fikrini anne de dahil olmak üzere öteki tarafından onaylatma ve oyunu yazma şansını bulur. Nitekim kültürel yapı, dilin kullanımı, söylem, tanımlamalarımız bu yapılanmanın bir ürünü olarak görülebilir. Bir şeyi ‘erkek gibi yapmak’ kusursuz ve eksiksiz yapmak anlamında kullanılırken; ‘kız gibi yapmak’ eksik ve özensizce yapmak anlamında söylemimize yerleşmiştir.
Dolayısıyla erkeklik hem kültürel alanda hem de öznenin imgesinde bir tamlığa ve eksiksizliğe karşılık gelir. Dolayısıyla bu konumlanış erkekliği daha keskin, sert, ehlileşmemiş ve her an saldırganlaşabilir bir pozisyonda tutar. Kadınlık ise erkeğin alanı içerisinde yazılmış olan senaryoyu ezbere dökme ve oynama pozisyonudur. Bu konumlanış psikocinsel gelişim içerisinde aynı kadınlık pozisyonunda olan anne tarafından aktarılması yolu ile edinilir. Psikocinsel gelişimin bir çıktısı olarak ilk öteki olan anne ile kurduğu ilişkide kadın eksikliği baştan kabul etmiştir. Bu kabulleniş kız çocuğunun babayı baştan çıkarma arzusundan, anne ile özdeşleşmesine (ki bu her zaman mümkün olmayabilir) uzanan ödipal karmaşasının sonucudur. Anne ile özdeşim, aynı zamanda annenin kadınlık pozisyonundan hareket etmeyi öğrenmeyi de gerektirir.
Aynadaki kadın kim?
Burada önemli olan psikocinsel gelişim ile birlikte kadınlığın ve erkekliğin bir bakış açısı olarak yer aldığıdır. Sosyal yapılanma ve söylem bu bakış açısını adeta çivileyici bir rol oynar. Adeta bir gerçekliktir. Erkeğe ipek giyme, altın takı, yüzük takma yasağı, kadının her daim bakımlı ve adeta üzerinde ‘dikkat, kırılır’ yazarcasına kendini metalaştırması ve yine hassas, kırılgan, saf, ipek ve değerli olana paha biçmesi tüm bu konumlanışları garantilemek içindir. Nitekim Kant ‘Beden bir tapınaktır’ der.
Orlando’nun bir sabah uyandığında aynaya baktığında kendini kadın olarak görmesi tam da sahip olduğu bakış açısına bağlıdır. Ayna, aynı zamanda simgesel olarak da anlamlı bir role sahiptir. Lacan, ayna evresini insan yavrusunun aynaya baktığında gördüğünün kendisi olduğunun ayırdına vardığı evre olarak tanımlar. Aynaya bakmak, kadınlığımızı ve erkekliğimizi yeniden inşa etmek için giriştiğimiz ritüelistik eylemlerimizdir. Kadınlık; aynaya bakarken, her bakışta hem bir ötekiyi ve eksiği hem de eksiklikteki mevcudiyeti görmek demektir. Simgesel olarak karnındaki doğum izini bebeğin bedeninden kopmasına dayalı bir kastrasyon ve bu mevcudiyeti garantilemek adına aynada izine bakmayı sürdürmektir kadınlık.
Erkeğin aynasında gördüğü şey ise kastrasyon kaygısını ortaya çıkarmamayı garantileyecek şekilde kendini olduğundan iki kat büyük gösteren kadının yansıttığı imgesidir. Erkeğin gözünde kadın bir öteki olmaktan ziyade yansıtma görevi olan bir araçtır. Kadınlık da tam da erkeğin tamlığını garantileyen bu aracı pozisyonda yer almaktır.
Virginia Woolf bunu şöyle tanımlamaktadır:
“Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı… Çar ve Kayzer ne taç giyerler, ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoléon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi.”
Son bir söz
Erkeğin kadını imgesel düzlemde tutması, bir öteki olarak var edememesi ve bir ayna olarak imgesindeki gibi göstermediğinde bir tehdit olarak algılamasının bir yan ürünü olarak kadına yönelik cinsel, duygusal, fiziksel ya da ekonomik şiddet ortaya çıkar. Şiddet ise önce var olmanın, sonra özgürleşmenin ve ilerlemenin önündeki en büyük taştır. Atılan taşların büyük göstermekten yorgun düşmüş aynaları tuzla buz etmediği bir dünyaya, umutla…
Dr. Tubanur Bayram Kuzgun (Psikeart, Kadınlık, 2017 Mayıs)