Prozac Toplumu: Normallik mi öznellik mi?

Prozac Toplumu (Prozac Nation) yönetmen Erik Skjoldbjærg’in, Amerikan yazar Elizabeth Wurtzel’in otobiyografisini yazdığı romanından sinemaya uyarladığı filmidir. Elizabeth’in (Lizzy) anne ve babası kendisi henüz 2 yaşındayken ayrılırlar. Ayrı olmalarına rağmen Lizzy hayatı boyunca anne ve babasının tartışmaları arasında büyür. Babası dört yıl boyunca kendisini arayıp sormaz ve anne hayatı boyunca bir şeylerin eksikliğini aşırı telafi etmeye çalışarak Lizzy’e mükemmel bir gelecek sağlamak ister. Anne Lizzy’nin edebiyata olan ilgisinden ötürü Harvard’ı kazanmasını, orada iyi bir eğitim alarak kendisine parlak bir gelecek kurmasını ve mutlu olmasını hayal eder. Lizzy de bu beklenti doğrultusunda hayatını şekillendirir. Harvard’ı burslu olarak kazanır, fakat oraya gittiğinde hayatı da değişir.

Lizzy okulunun ilk zamanlarında sosyalleşir, arkadaşları ile partilere katılır, sex, alkol, sigara ve extacy ile tanışır. Yaratıcılığının güçlü olduğu bu dönemde yazılar yazar, Rolling Stone dergisinde yazıları çıkar ve bu derginin gazetecilik ödülüne layık görülür. Durmadan yazar Lizzy, uyumadan, yemeden, içmeden, kimseyle konuşmadan yazar. Arkadaşları Lizzy’nin bu içe dönüşü için endişelenir ve onun (daha sonra psikoterapi alacağı) Dr Sterling’e gitmesini sağlarlar. 

Lizzy, depresyon ve terkedilme

Lizzy günlerce yataktan çıkamaz, arkadaşları ile arası bozulur, içine kapanır, depresyondadır. Artık yazamaz. Annesi Lizzy’i ziyarete geldiğinde kızının içinde bulunduğu durum karşısında hayal kırıklığına uğrar. Çünkü anne hayatını boyunca Lizzy’e ihtiyaç duyduğu şeyleri kendini feda edercesine vermiş, kariyerini yönlendirmiş, iyi bir okulu kazanmasını sağlamıştır. Lizzy annesinin onun için bir şeyler yapmasını ve yanında kalmasını istemez. İyi olacağını ve doğum gününde yanına geleceğine dair söz vererek onu gönderir. Her ne kadar ‘inanmasa da’ psikoterapiye başlar. Bir kaç ay sonra doğum günü için annesinin yanına gittiğinde okuldan tanıdığı erkek arkadaşı Rafe ile telefonlaşır ve sonra okula döndüğünde ilişkileri başlar. Lizzy, Rafe ile olan ilişkisinde onun kendisini kurtaracak ve onu mutlu edecek kişi olacağına yönelik beklenti içine girer. Rafe, sömester tatilinde engelli kız kardeşine bakmak ve annesine yardımcı olmak için ailesinin yanına döner. Fakat Lizzy bu kısa süreli ayrılıkta terkedilmeye yönelik aşırı hassasiyet gösterir. Bu fiziksel uzaklığı sürekli olarak iletişim kurma çabasıyla aşırı telafi etmeye çalışır. Rafe’i her gün defalarca arar, habersiz yanına gider, Rafe’in bulunduğu duruma ilişkin empati duyamaz ve dahası onu suçlar. Neticede Rafe bu ilişkiyi bitirmek istediğini söyler. Lizzy’nin küçüklüğünden beri babasından ayrı yaşaması, annesi ile olan anlaşmazlıklarının arasında kalması ve babasının maddi yükü tamamen annesine bırakması ve Lizzy’nin psikoterapi masrafları dahil hiç bir ihtiyacını karşılamaması Lizz’nin terkedilmeye yönelik hassasiyetini anlamamıza olanak sağlar. 

Psikiyatri, antipsikiyatri ve Prozac toplumu

Biliş ve algıdan ayrı düşünemeyeceğimiz korku, üzüntü, mutluluk ve kızgınlık gibi birincil duygular organizmanın hayatta kalması, üremesi ve böylece neslin devamlılığını artıracak tepkiler vermesini sağlar. Daha karmaşık yapıda olan ve bilimsel olarak da çalışılması daha zor olan utanç, suçluluk, küçümsenme gibi ikincil duygular ise kişinin sosyal bir varlık olarak bir diğeri tarafından onaylanması ya da reddedilmesiyle ilişkili olan ve dolaylı olarak kişinin yaşam kalımına hizmet eden duygulardır. Psikiyatri özellikle ön beyinde yer alan korteksin ve duygulardan sorumlu olan limbik sistemin işleyişindeki bozulmanın tedavisi üzerinde çalışır. Sosyal işlevselliği de etkileyen bu bozulmalar özellikle depresyon gibi farklı duygudurum bozukluklarını da içine alan farklı spekturumdaki psikiyatrik rahatsızlıkları oluşturur.

Antipsikiyatri ise 1950’li yıllarda psikiyatrinin eleştirisi olarak ortaya çıkmış olan bir akımdır. Antpsikiyatri ilk olarak akıl hastalığı ya da psikiyatrik rahatsızlık dediğimiz olgunun biyolojik kökenli olmadığı ve biyolojik kökeni olmayan bir durumun farmakolojik bir tedavi ile sağaltılamayacağı nosyonu üzerine inşa edilmiştir. Bu fikir, psikiyatri alanında yapılan bilimsel çalışmalar ile bir derecede sarsılmıştır. Çünkü özellikle şizofreni gibi belirli hastalıklarda izlenen beyin görüntüleme çalışmaları beyinde bazı yapısal lezyonlara işaret etmiştir. Günümüzde farklı psikiyatrik hastalıklar için beyinde yer alan yapısal değişimleri izleme ve buna yönelik psikofarmakolojik tedaviler uygulanması ve/veya farklı psikoterapi yaklaşımlarının uygulanması söz konusudur. David Cooper, Thomas Statz ve Micheal Foucoult psikiyatriyi din, insan hakları, sosyoloji, modernite gibi farklı bağlamlarda tartışarak antipsikiyatri akımını sürdürmüşlerdir. Foucoult, yaklaşık 800 sayfalık ‘Deliliğin Tarihi’ adlı kitabında ruh hastalığına bakış açısının tarih boyunca geçirdiği değişim evrelerini ve modernite ile birlikte ruh hastalarının ne denli ötekileştirildiğini eleştirel bir dille ele almıştır. 

Filme tekrar dönecek olursak, Lizzy terkedilmenin onda yarattığı boşluk ile baş edemediği ve hayatına son vermekle ilgili düşünceleri olduğunda prozac kullanmaya başlar. Nörobiyolojik olarak terkedilme gibi duygusal içeriği yüklü bir anı ile birlikte buna bağlı uyaranların daha sıklıkla hatırlanması ve kişiyi depresyona sürüklemesi olasıdır. Çünkü amigdala ve hipotalamus sayesinde duyguları ve belleği birlikte işleyen limbik sistem duygusal açıdan önemli izler bırakan anıları uzun süreli belleğe kolayca kaydeder ve bu anıların daha sıklıkla hatırlanmasını sağlar. Terkedilme ayrıca beynin ödül mekanizmasını aktive eden bir uyaranın yitimi anlamına gelebilir. 

Dr Sterling, Lizzy’nin ilaç kullanımını teşvik ettiğinde Lizzy başta kabul etmez. Seanstan çıkar, lavobaya gider, intihar etmeye çalışır fakat yapamaz. 

Filmin sonunda Lizzy Prozac kullanmaya başladığında ilacın ondaki etkisini şöyle tanımlar:

‘Bir kişiliğim var çok kötü olsa da o benim. Ve kendimi doğru şeyler söyleyen, doğru davranan biri olarak görsem de o ben değilim.’

‘Keşke benim hayatım da filmlerdekine benzese. Şahane Hayat’ta Jimmy Stewart’a olduğu gibi bir melek yanıma gelse ve intiharı anlatsa. Hayatım boyunca beni özgür kılacak o anın gelmesini ve hayatımı değiştirmesini bekledim. Ama gelmedi. Maalesef öyle olmuyor. 

Bütün o ilaçlar, bütün o terapiler, mücadele, öfke, utanç, Rafe, intihar düşünceleri, hepsi yavaş iyileşme sürecinin bir parçasıymış. Tükendiğim gibi kendime geldim. Yavaş yavaş, sonra birden. İlaçla iyileşmedim, Tanrı biliyor. Ama bana zaman kazandırdı ve tekrar yazmamı sağladı. Ama bu kez hayatım onun üzerine kurulu değil.’
Psikiyatrik tedavi; kişinin işlevselliğini arttırmasını, psikanalitik yaklaşım ile ‘yüceltme’ yapabilme kapasitesini kazanmasını ya da hayatın içinde anlam arayışına katkı sağlayacak yeni alanlar oluşturabilmesini sağlayan bir tedavi olarak görülebilir. Günümüzde psikiyatrik ilaç kullanımının artması ile oluşan Prozac toplumu, George Ritzer’in Mcdonalization teorisinde ortaya koyduğu şekliyle güvenilir olmak, ölçülebilir olmak ve kontrol edilebilir olmak gibi bir takım özelliklere sahip bir fast food restoranından hizmet alıyor gibidir. O halde geriye modern söylemin ortaya koyduğu ‘normalliğin’ inşası ya da daha az güvenilir, ölçülebilir ya da kontrol edilebilir olan ‘öznelliğin’ inşasına yönelik bir çalışma alanı kalır. Sizce hangisi?

Dr. Tubanur Bayram Kuzgun (Psikesinema, 2017 temmuz, anti psikiyatri ve sinema)